30 Nisan 2009 Perşembe

Synedoche, New York ve bıraktığı izler....


Hepimiz aslında hayatımıza bir anlam katmaya çalışıyoruz. Özel hissetmek, hissettirilmek... Ailemizin veya arkadaşlarımızın onayını ve takdirini kazanmak için, istemediğimiz meslekleri seçiyoruz, bize uygun olmayan hayat tarzlarını benimsiyor, eşler seçiyoruz kendimize. Karşı cinsin hayranlığını kazanmak için sanatla uğraşıyoruz, ya da saygı gösterilen ve kariyer sahibi kimseler olmaya çalışıyoruz. Birilerinin onayını veya takdirini kazanmazsak yalnız kalacağımızdan, dışlanacağımızdan korkuyoruz. İnsan sosyal bir varlıktır ve yalnız kalamaz demişler zamanında. Herkesin en büyük korkusu budur içten içe de, bunu itiraf etmek kendine biraz zordur. Zaman ister, hayat tecrübesi edindikçe olgunlaşır insan ve o itiraf er geç yapılır. Tabii aslında bazı şanslı azınlıklar vardır ki, bu itirafı yapmaya pek de gerek duymaz. İçinden gelen bir dürtüyle, hayatta ne yapması gerektiğini küçük yaşta bilir. Her şey kendiliğinden gelişir, emin adımlar atılır ve tüm parçalar yerine oturur. Bundan sonra kazanılan para, takdir, aşk, arkadaşlıklar vs. kaymaktır onlar için.

Sonra aşık oluruz hepimiz. Ya da birileri bize aşık olur. Burada değer dengeleri iyi ayarlanmalıdır. Hiçbir zaman insan salaklaşmamalıdır, aşkıyla karşı tarafı boğmamalıdır. Çok değer veren taraf hep kaybeder değil mi, hep öyle anlattılar bize. Küçük oyunlar oynanmalıdır hep, bir ileri adım atarsan, iki geri adım atacaksın... Kendini ağırdan satacaksın. Yoksa sıkılır karşı taraf, kanıksar seni. Çok nadir durumlarda öyle bir insan çıkar ki karşınıza, O'dur işte. Oyunlar oynanmaz, hayat onla bir oyuna dönüşür belki de. Ama aşkın ömrü biçilmiştir önceden. Tüketim toplumu, o aşkı da tüketmeye zorlar bizi. Geriye anlayış, arkadaşlık ve sadakat kalırsa ne alaa. Ya kalmazsa, mutsuz insanlar, mutsuz çocuklar türer. Düzenli, oturaklı hayattan sıkılınır, macera arayışı başlar. Nasıl maceralı bir hayat yaşarken, insan düzenli bir hayatın özlemini çekiyorsa, bu da; o hesap işte. Her ne kadar doğru insanla birlikte de olsanız, koşarsınız illüzyonlar peşinde.Çözemezsiniz hayatı, ne yapmanız gerektiğini bilemezsiniz....

Bazı filmler vardır, absürddür, komiktir ama trajiktir. Hayatın ta kendisidir aslında. Melankolik yürüyüşlere yol açar. Kelimeler anlamını yitirir. İşte Synedoche, New York da bu filmlerden biriydi. Şimdi ben bu filmi beğendim desem, siz de gidip izleseniz; " Ne ağır, ve bunalım bir filmdi yahu" diyebilirsiniz, " Eh işte, fena film değil, 2 saatimizi de böyle geçirdik " de diyebilirsiniz, filmi izlerken uyuklaya da bilirsiniz. Ya da benim gibi düşüncelere dalarsınız, İstiklal' de boş boş yürürsünüz. Sizi çevreleyen onca yüz ifadesizleşir. Ne derseniz diyin, bence filmi gidip görün. Ya nefret edersiniz, ya uyuklarsınız, ya da düşüncelere dalarsınız benim gibi.

Farklılıklarımız değil mi bizi özel yapan nihayetinde?

Aşk - Elif Şafak



Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufilerin Kırk Kuralı'ndan:

“Hakk'a yakınaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp... Hepimiz kalpteki farklılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar."

Elif Şafak ile ilgili, ikimizin de "Araf" kelimesine hayatmızın belirli bir döneminde takıntılandığımız dışında bir bilgim yoktu [Lise'de heveslendiğimiz ama duvara toslamış fanzinimizdeki, kah kırmızı kah fosforlu kalemle her satırının sansürden nasibini aldığı sayfalarını yanar döner bir ambians adına odamın duvarlarına astığım köşeme koyduğum isimdi efendim Araf].

"Aşk"ı arkadaşıma bir arkadaşı vermiş, o da bana verdi, ben de kitabı okuyacak bir diğer talihliyi kafamda belirledim. Daha bu noktadan anlaşılıyor ki bu kitap yakın olduğunuz insanların okuyunca hayatlarına bir şekilde faydası olucağına inandığınız bir eser. Peki ne anlatıyor? Mevlana ve Şems'in hikayesi ile Amerikalı "umutsuz ev kadını" Ella ve Aziz'in hikayeleri paralelde anlatılıp, bir noktada birbirine bağlanıyor. Olay örgüsünden ziyade içeriği sayesinde okuyucuyu kendisine bağlayan bir eser. Zira mistisizm temalı kitaplarla epey ilgilenmeme rağmen Şems'in ön plana çıkarıldığı bir kitaba hiç de denk gelmemiştim, açıkçası hiç de aramamıştım [Kitabın referans bölümüne baktım, yazar da bu konuda daha çok yabancı kaynaklardan faydalanmış gözüküyor. Nette arattım, türk yazarlara ait ve Şems’i asıl konu edinmiş 3-4 esere rastladım. Buradan Türk Edebiyat ve Akademik çevresine de sesleniyorum –yuh-, “Cancağızlarım, bu konuya niye eğilmediniz? Dağılabilirsiniz.”].

Bu kitabı içerik ve üslup olarak iki kriterde değerlendirmeyi tercih ettim.

Kitap kırk yaşın eşiğindeki Ella'nın yemek sofrasında kocası, kızları, teyzesi ile çizdiği "bizim herşeyimiz var ama yine de birşeylerimiz eksik,içimizde böyle genişçe bir boşluk var, anlamıyoruz" aile potresiyle açılıyor. Ardından Şems'in hikayesine dönülüyor, ve Ella'nın ki 3. tekil şahıstan, Şems'in hikayesi ise hikayenin karakterlerinin ağzından, parça parça devam ediyor.


Elif Şafak bir yandan doğu ve batı arasında köprü olup diğer yandan keyif sürerken efendim.

Tebrizli Şems'in hikayesini son derece ilgi çekici buldum ve severek okudum. Amma Ella'nın hikayesinin artık fazlaca aşina olduğumuz umutsuz ev kadını teması çevresinde dönmesini biraz plastik buldum. Hatta zaman zaman Ella'nın hikayesini hızlı hızlı okuyup geçtim, Sıra Şems'e geldiğimde ise tüm algılarımı açıp devam ettim. Tabi yazara haksızlık yapmamak adına bu noktada şunu gözden kaçırmamak lazım, bu eser yabancı bir dilde yazılmış, yani okuduğumuz bir Türk yazarın yabancı dilden çevrilmiş bir eseri. Tahminim Elif Şafak'ın öncelikli okuyucu kitlesi, refah olarak bir eksikleri olmamasına rağmen, hissetikleri manevi boşluktan arayışa girmiş yeni dünya insanları.

Ella'nın iyice rutinleşmiş hayatına paralel bir anlatım yakalamak amacıyla mı, ya da yukarıda bahsettiğim çeviri konusunun kaçınılmaz bir getirisi mi, hiç biri değil de yazarın genel tercihi midir bilmem, ama özellikle Ella'nın öyküsünün anlatıldığı dil işlenmemiş, fazla yalın, dolayısıyla da sıkıcı geldi bana. Romanın en büyük probleminin bu olduğunu düşünüyorum, Zira 400 küsür sayfalık bir eser,ve Ella'nın bölümü epey de yer kaplıyor.

Geçmişteki 1. tekil anlatımlarda ise, şöyle bir sorun var: Karakterlerin anlatım biçimi birbirlerine çok benziyor. Her ne kadar tarihi bir figurün günlüğünü okuyor gibi hissedip romana çekilsek de, karakterlin sınırlarının sadece anlatılarının içeriğiyle çizilmesi dikkat dağıtıcı olabiliyor. Bir de, Kitapta değişik fikirleri çapıştırılması adına farklı fikirleri temsil edecek karakterlere yer verilmiş. Bu karakterlerden bazıları [misal Baybars ayısı] tezlerini kendilerinden çok da beklenmeyecek biçimde gayet sistematik bir biçimde aktarmışlar. Yani diyeceğim odur ki; kendilerine özgü düşünme ve konuşma biçimleri olmaması, karakterlerin ete kemğie bürünmesini önleyip temsili tez ruhçukları olarak hissedilmesine neden olabiliyor.

Toparlamak gerekirse, ben bu kitaba bir 7.5 verdim efendim [içerik 9, üslup 6]; meali de "güzel güzel okuyunuz". [şak diye de biter yazı]

28 Nisan 2009 Salı

Sonbahar




Özcan Alper'in ilk uzun metraj yönetmenlik deneyiminde ortaya vurucu ve klişelerden uzak bir dram çıkmış ortaya. Film, sol görüşleri yüzünden, hayatının yaklaşık 10 senesini F-tipi cezaevinde tüketmeye mahkum bırakılmış Yusuf'un memleketine döndükten sonra geçmişiyle yüzleşmesi ve yaşadığı duygu yoğunluğunu konu alıyor.

Film boyunca Hopa'dan, Artvin'den, Yalnız Çam Dağları'ndan ve Doğu Karadeniz'in o eşsiz yaylarından göz alıcı manzaralarla, bir ziyafet çekiyoruz. İster istemez içinizde; " Alayım fotoğraf makinamı, düşeyim Karadeniz yollarına.." hissiyatı oluşsa da; filmdeki duygu yoğunluğu, derin alt başlıklar ve nev-i şahsına munasır karakterler, bu hissiyatı ikinci planda bırakıyor. Film ağır ama sıkmayan anlatımıyla sizi içine çekiyor.

Filmi özel yapan asıl nokta ise Yusuf'un F-tipi cezaevinde çektiği eziyetler, belki de tutulan örüm oruçlarının mirası olan ölümcül hastalığı ve geride bıraktığı sevgilisinin başka bir adamla evlenmiş olmasının yarattığı dramatikliğin, Çağan Irmak'vari bir anlatımdan uzak olması. Özcan Alper, seyirciyi Yeşilçam benzeri bir dram ile değil de, Yusuf'un özgürlüğüne kavuştuktan sonra döndüğü memleketinde yaşadığı hayattan kopukluk, aidiyetsizlik, ve nihilizm kokan ruh hali ile etkilemeyi tercih ediyor. Nitekim; Yusuf, çocukluk arkadaşı Mikhail, yıllarca yolunu gözleyen anası, akrabaları ve eski arkadaşlarıyla birlikteyken, hep derin bir sukunet içinde yalnızlığını yaşayan bir karakter. Yıllarca, idolleştirdiği SSCB'nin eski bir parçası olan Gürcistan'dan göç eden ve Yusuf'unkine benzer bir kopuk hayat yaşıyan Eka bile onun duvarlarını yıkamıyor. Yalnızlıklarını paylaşmaktan öteye geçemeyen,mutsuz ve başka bir dünya özlemi içindeki iki insan portresi çiziyorlar. Yusuf'un huzurlu hissettiği ve sığındığı limanlar olan belli başlı noktalar ( iskele, kitapçı, yayla ve evinin bahçesi ) bile annesinin, Mikhail'in ve Eka'nın varlığıyla, onun için bir zindana dönüşebiliyor.

Yine de, yönetmen hiçbir zaman tam olarak umutsuz ve çıkarı kaçarı olmayan bir hayatı hikaye etmemiş. Tam tersine, Yusuf'un matematik dersi verdiği öğrencisine söz verdiği gibi bisikleti alması, pasaportunu ve vizesini alıp Eka'nın peşinden Gürcistan'a gitme hazırlıkları yapması, filmde belki de Yusuf'un gülümsediği tek sahne olan buz dansı sahnesi ve 10 yıldır çalmadığı tulumu tamir edip bir ağıt yakması, ortaya dengede olan bir umut - tükeniş terazisi çıkarıyor.

Özcan Alper'in ilk filminde sınıfı geçtiğini ve ortaya leziz bir film çıktığını söyleyebilirim. Hepinize tavsiye ediyorum.

26 Nisan 2009 Pazar

Çizdirdim abi...

Yaklaşık 14 senedir kullandığım gözlüklerimden geçen hafta salı itibariyle kurtulmuş bulunmaktayım. İstanbul Cerrahi hastanesinde geçirdiğim excimer lazer ameliyatından bu yana geçen 12 günlük süreç içinde ufak tefek komplikasyonlar dışında bir rahatsızlığım bulunmuyor. Bu yazıda sizlere lazer ameliyatları hakkında genel bir bilgi verip, daha sonra da kendi deneyimlerimi aktaracağım. Gözlerdeki tam iyileşme için aslında 1 aylık bir süreç gerektiğinden, iki hafta sonraki kontrolden sonra daha net yorumlar yapabilirim.

Lazerle göz ameliyatlarının ülkemizde 15-20 senelik bir geçmişi var. Ameliyatlar astigmat, hipermetrop ve miyop tedavisinde kullanılıyor. Son zamanlarda uygun fiyatları ve estetik açıdan sağladığı avantajlarıyla, bu tedaviye talep arttı. Ülkemizde 1994 yılında ilk lasik operasyonunu başarıyla gerçekleştiren Dr. Sinan Göker'in tv kanallarında yaptığı reklamın da bunda etkili olduğu ortada.

Excimer laser tedavisinin üç çeşidi var. Bunlardan ilki olan PRK-Lasek'te,laser ışınları korneanın yüzeyine uygulanır ve korneadan herhangi bir parça kesilmez. Genelde düşük göz numaralarında ve korneası ince olan hastalarda tercih edilen bu yöntem, korneada herhangi bir ameliyat izi bırakmadığından tercih ediliyor. Bu yöntemi tercih eden hastalarda, epitelin iyileşmesi için 4-5 gün boyunca koruyucu bir lens takarlar ve bu süre boyunca gözde yanma, batma gibi şikayetler devam edebilir.

İkinci tedavi yönetimi wavefronttur. Bu yöntemde gözün detaylı bir haritası çıkartılır, analizlerden sonra göze özel tedavi yapılır. Buradaki avantaj olarak da, özellikle gece görüşünün, lasik ve PRK-Lasek'e göre, daha kaliteli olduğu söyleniyor. Getirdiği avantajlarla birlikte fiyat olarak da, diğerlerinin iki mislidir.

Son olarak da, benim de tercih ettiğim ve şu anda en yaygın olarak kullanılan yöntem LASIK'tir.Göz dereceleri yüksek olan hastalarda tercih edilen bu yöntem de, korneanın üstünden yaklaşık 160 mikronluk bir kapak (flap) kaldırılır. Alttaki kornea dokusuna lazer ışınları ile yeniden şekil verildikten sonra kapak yeniden yerine yapıştırılır. Korneası ince olan hastalarda Intralase LASIK denilen benzer bir yöntem tercih edilir ve korneadaki kapak 10 mikron kadar kesilir. Kapakçık, insan eli ve bıçak yerine, lazer ile kaldırılır.

Şimdi de kendi deneyimlerimden bahsetmek istiyorum. Bence buradaki en önemli süreç, güvenebileceğiniz bir hastane ve doktor bulmaktır. Tabii bir de, ameliyatı yaptırmak için kararlı olmak gerek. Siz ameliyat olmak için çok kararlı olsanız da, etrafınızdaki yakınlarınız sizi vazgeçirmek için değişik hikayeler anlatacaktır. Bu tedavinin çok yeni olduğundan, göz doktorlarının hepsinin gözlüklü olduğundan, gece görüşünün hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağından ve 50 yıl sonra gözde ne gibi komplikasyonlar çıkabileceğinden emin olamadıklarından bahsedecekler ve sizi caydırmaya çalışacaklar. Kararlıysanız kulaklarınızı tıkayın.

Ben bu ameliyatı yaptırmak için size tek bir hastane öneriyorum. O da, İstanbul Cerrahi hastanesidir. Doktor olarak da Sinan Göker, bu işin piridir. Gerçi ben yine aynı hastanede uzman doktor Buket Ayoğlu'nu tercih ettim ve çok memnun kaldım. Yaklaşık 10 yıldır Sinan Göker ile beraber çalışmış ve çok deneyimli bir doktor.

Son olarak da ameliyat gününden biraz bahsedeyim. Hastaneye vardıktan sonra gözünüzün etrafını temizliyorlar ve gözünüze antiseptik damlalar damlatıyorlar. Diazem ve Apranax aldıktan sonra vücut zaten kendini bırakıyor ve ameliyat masasına yatıyorsunuz. Gözünüze uyuşturucu damlalar da damlatıldıktan sonra ameliyat başlıyor. Ameliyat süresince bilinciniz yerinde oluyor. Göz kapakçıklarınız açılıyor ve bir alet ile sabitleniyor. İsteseniz de gözünü kapatamıyorsunuz. Kapakçık oluşturuluyor, bıçakla kesiliyor ve lazer ışınları alttaki kornea tabakasına gönderiliyor. Ameliyat süresince doktorunuz sizle sürekli konuşuyor ve arkadan da lounge müzikleriyle huzurlu bir ortam sağlanıyor. Hiç acı duymuyorsunuz, merak etmeyin. Sadece göz kapaklarını açık tutmaya yarayan alet, yerine yerleşince biraz baskı hissediyorsunuz. Ameliyat, her göz için 5 dk, toplam 10 dk sürüyor. Bittikten sonra gözde herhangi bir kir kaldı mı diye kontrol ediliyor, damla ve ilaçlarınız kullanılma süreci anlatılıyor ve siyah bir UV gözlüğü takılarak eve yollanıyorsunuz. İlk gün boyunca tv, bilgisayar, kitap ve duş almak yasak. Bütün gün dinleniyorsunuz ve ertesi gün yepyeni bir hayata başlıyorsunuz :)

Gözün iyileşme süreci 1 ay sürüyor. Bu süre içinde arada sırada yanma, batma gibi şikayetleriniz olabiliyor. Geceleri ışıklar dağılabiliyor ve gece görüşünüz azalıyor. Tüm gün bilgisayarla çalışan bir insansanız, göz kuruluğu olabiliyor. Bol bol göz yaşı damlası kullanıyorsunuz. Eğer kuruluk artarsa keten tohumu tabletleri kullanabilirsiniz.1 aylık süre içinde, kadınlar için ilk hafta makyaj yapmak yasak. Bir de 2 hafta boyunca havuz ve deniz yasak. Onun dışında damlalarınızı aksatmadan kullanmanız ve sigara dumanı bol ortamlardan 1 hafta uzak durmanız yeterli olacaktır.

Aşağıdaki linklerde daha detaylı bilgiler ve lasik ameliyat videosunu bulabilirsiniz.

http://www.isa-sari.com/lazerle-goz-ameliyati-prk-lasek-lasik-ve-digerleri/

http://www.uzmantv.com/excimer-lazer-ile-goz-ameliyati-nasil-gerceklesiyor

http://www.istanbulcerrahi.com/goz_refraktifcerrahi.asp